Geceye Ait

Özgür Ekin Vardar tarafından tarihinde yayınlandı

574 views

Aslında olay yalnızca bir ruh ya da beden değildi, aidiyet duygusunu hissetmeyi özlemişti.   

                Saat kaygısızca 05:59’u gösteriyordu. Henüz uyumamış, düşüncelere daldığından olsa gerek unuttuğu kahvesinden bir yudum aldı. Kahvenin soğukluğu ağzının tadını bozdu, yüzü ekşidi. Tek göz odasında –sanki birini uyandıracakmış gibi ağır adımlarla eşyaların arasından pencereye doğru yöneldi. Halihazırda zaten gri olan dünyası pencerenin de kirli olmasıyla daha bir karamsar gelmişti gözüne. “Keşke, o burada olsaydı” diye iç geçirdi. Aslında olay yalnızca bir ruh ya da  beden değildi, aidiyet duygusunu hissetmeyi özlemişti. O’ndan kastı, düş’ündeki kişinin yanı sıra, tozlanmış hayallerindeki mahalle araları, çocukluğunun eskimiş kitap sayfaları veyahut ağarsa bile atmaya kıyamadığı maddesel özelliklerinin yanında manevi bir değer de katmış olduğu, kimilerine göre eski püskü olan kıyafetleriydi. Karışmış saçlarının arasından başını kaşıdı. Saçlarının seyrekliğini parmaklarındaki yumuşak derisinin verdiği histen ayırt edebiliyordu. Güneşin ışıkları sakince şehri aydınlatmaya başlamıştı, bunu bir davet olarak algıladı ve fermuarı bozulmuş haki renkli ceketini sırtına geçirip evden çıktı.

                Bir an için ceketi olduğundan ağır geldi sırtına. Bu ceketinin ağırlığı mıydı yoksa yalnızlığını bedeninin taşıyamayacağı bir yük olarak yanında gezdirmeye mi başlamıştı, bunu düşünüyordu. Dar sokaklardan birine saptı, serseri mayın gibi geziyordu, aklı adımlarında değildi bir makinenin dişlileri gibi ardı sıra atıyordu adımlarını. Ihlamur ağaçlarının kokusu sardı bedenini. Burnu çok hassastı, bazı kokuları yalnızca hissetmez, tabiri caizse onları bir zaman makinesi olarak kullanırdı. Fazla hızlı yürümüştü, yol kenarındaki tekirin sırtını okşayıp yanına çöktü. Şehrin sessizliğini, tekirin sırtında sürtünen ellerinin çıkardığı ses ve çenesinin altına kadar şişen ciğerlerini boşaltırken verdiği nefes alış verişleri bozuyordu. Ihlamurların kokusu çocukluğuna açılan bir kapı gibiydi. Dik bir yol vardı çocukluğunun geçtiği evin taş duvarlarının karşısında. Ihlamurların bir örtü misali sarıp sarmaladığı kasabanın merkezinden eve hızlı adımlarla yürüyordu. Babası taş duvarın üstüne oturmuş, yanında aldığı iki fincan ile ona bakıyordu. Tam metal bahçe kapısından içeri girecekken ayakları birbirine dolaştı. Gerçekliğin ortasına mıh gibi çakıldı kaldı.

Ne babası vardı onu bekleyen ne de baharda adını sayamadığı kadar çiçekle dolu bahçesi…

                Kumsala gelmişti. Gökyüzü karanlık sabahlığını üstünden çıkarmış, masmavi teni ortaya çıkmıştı. Ayakkabılarını çıkarıp eline aldı, ayaklarının kuma bulanmasını umursamadan yürümeye devam etti. Kum zerrelerinin çakıl taşlarına, çakıl taşlarınınsa kayalara dönüştüğü yerdeydi. Ceketini çıkarıp kayanın üzerine bırakmış, gölgesinin uzayışını sanki küçük karıncalar gerçekleştiriyormuş gibi hayal edip gülümsedi. Anlık gülümsemeleri çok sık gerçekleşmezdi, zaten gülümseyişini bitirecek düşünce zerresi kafa tasından içeri girmişti bile. Onunla en son bu kayalıklarda güneşin doğuşunu seyretmiş, dizlerine kadar suya girip, gülüşlerinin suyun soğuk hissiyatında birbirlerine karışmasına izin vermişlerdi. Sonra sanki bulutların üstündeymiş gibi kuma uzanmışlardı. Saçlarının kum zerreleriyle karışmasına bakıyor, beyaz teninde asılı kalmayı başaran su damlalarına parmağıyla bastırarak tüylerini ürperterek akmalarını sağlıyordu. Bir an için onun yanında olduğu ürpertisini hissetti ve Marquez’in tozlu sayfalarından kopup gelen şu satırları düşündü;

“Ummadığımız bir anda, ummadığımız bir durum bizi alıp yıllar öncesine götürüp varlığını bile unuttuğumuz olayları, zihnimizin karanlık dehlizlerinden birdenbire gün ışığına çıkarıveriyor.”.

İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir.

                Güneş yüzünü iyice göstermişti. Üstünü silkeledi ve çakıl taşlarını etrafa saçarak evinin yolunu tuttu. Masasının başına geçti ve gözlerini kapatarak kumsaldaki düşüncelerinin içinde dolaşmaya başladı. Varoluş sancılarının henüz başlamadığı günlerin birinde -ki bu çok uzak yıllara denk geliyordu- birbirlerinden uzak kalmışlardı, gerçek olan ise ait hissettiği her şeyden uzak kalmış olmasıydı. Yaşadığı şehir ayaklarının altında ölülerinin olmadığı bir yerdi. Sürekli olarak olduğu yerde, masa lambasının hafif ışığında ondan gelen mektubun son satırlarına göz gezdiriyordu. Güncelliğini yitirmiş adetleri yaşayarak, aşklarının eski zamanlardaki gibi uzun soluklu olacağına inanıyorlardı, yanılmışlardı…

                Mektubunu okurken bir yandan da ona cevap yazmayı alışkanlık haline getirmiş, gecenin son dileklerini sundukları sırada ona Shakespeare’in Romeo ve Juliet’inden bir mısrayla cevap vermişti; “Binlerce kez beter olsun gece, senin ışığın yoksa.”

Özgür Ekin Vardar

*Zamanın kısır döngüsünü daha iyi kavrayabilmek için bknz. “Gabriel Garcia Marquez Yüzyıllık Yalnızlık”

Kategoriler: Edebiyat

0 yorum

Bir cevap yazın

Avatar placeholder

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

RSS
Follow by Email
Instagram