İçimdeki Çığlık

Ruhunu kaybedebilir mi insan… Ben kaybettim…
İşte böyle başlıyordu onun hikâyesi. Sonsuz boşluktaymış hissi tüm vücudunu sarıyordu. Nasıl kurtulurdu insan etrafında binlerce kişi varken içindeki yalnızlıktan…
Nasıl başlamıştı bu dönüşüm, nasıl gelmişti buraya? Sosyal, insan ilişkileri iyi bir insan, içine kapanık, evcimen bir insana dönüşmüştü. Aslında değişmeyen tek şey “değişim” in ta kendisi değil miydi? İnsanlar değişirdi, hayatlar değişirdi. Sorun; değişimin “iyi” mi yoksa “kötü” mü olduğunu bulabilmekti “İyi” neydi? Seni mutlu eden şey mi? Öyle olsa bile seni mutlu eden şeyi gerçekten bulabilir miydin?
İşte tam bunların yanıtlarını ararken yaşanmıştı o gece… Serin bir yaz akşamında balkonunda kahvesini yudumlarken gelen o haberle irkilmişti. Annesiydi arayan. Babasını hastaneye yatırmışlardı. “İki uçlu bozukluk” idi hastalığın adı. Zaten yıllardır bununla savaşıyorlardı ve artık bu durumu kabullenmişti. Evet, babası işte böyle bir adamdı. Zaman zaman deli dolu, zaman zaman depresif. Sürekli gereksiz alışveriş yapan ve alkol alan… Zaten o da böyle başlamamış mıydı bunlara?
Annesine ne yapması gerektiğini sordu umarsızca.
“Hiç” dedi annesi “sadece haberin olsun istedim”. Haberi olmuştu işte, ne yararı vardı? Ne olacaktı sonunda? Defalarca kez denenmiş bir şey sonunda çözüm mü olacaktı olan bitene? Yıllarca ve defalarca kez evlatlıktan reddedilişine, genç kızlığının yitip gidişine ya da geçmişini silmesine çözüm mü olacaktı bu? Derin sessizliğin ortasında kahvesini yudumlarken bir anda evden çıktı ve koşmaya başladı. Havanın karanlık olması, saatin geç olması umurunda değildi. Sadece yürümek ve yürüdükçe atmak istiyordu düşüncelerini aklından, sevgisizliğini içinden… Gerçekten sevgisi biter miydi insanın onu büyütene, emek verene karşı. Belki sevgi değildi içinde yitip biten, kendisiydi…
Bir an durdu. Tam karşısındaydı yolun, işte deniz…
Sonsuz boşluk değildi bu sefer içinde hissettiği, sonsuz maviydi. Ruhu orada yüzüyordu sanki. Koştu, geldi kıyısına denizin. Kucaklayacaktı bu sefer onu, kaybettiğini, kendisini… Huzurlu kollarını açmış bekliyordu onu yakamozun altındaki sonsuz mavi. İşte, hissediyordu yavaş yavaş yakamozun ışıltısını suratında, mavinin sıcaklığını teninde. Sonunda aradığı tüm sıcaklığı, yaşayamadığı tüm sevgiyi hissetmişti. Yumdu gözlerini… Nazım’ın dizelerindeki gibi “bir müthiş bahtiyarlık, anlamak gideni ve gelmekte olanı”. Anlamıştı…
Özgür Ece Kandil
4 yorum
Canan Bilgi · 19 Mayıs 2020 17:29 tarihinde
Başarılı ve devamının daha da güzel olacağına inanıyorum. Yazmak yaza bilmek çok güzel.
Canan Bilgi · 19 Mayıs 2020 17:31 tarihinde
Yazın çok güzel. Yazmak yaza bilmek harika olsa gerek
Serdar Sayaca · 19 Mayıs 2020 18:00 tarihinde
Öncelikle derginize yayın hayatında başarılar dilerim.
Bu yazı özelinde konuşmak gerekirse, bahsi geçen hastalığı, ana karakterdeki buhrandan iç huzura kavuşma geçişiyle çok güzel sembolize etmişsiniz.
Yazılarınızın devamı dileğiyle
YÜKSEL KARASU · 20 Mayıs 2020 12:00 tarihinde
Hayırlı olsun. Yazılarının devamınıda en kısa sürede bekliyor olacagım. Başarılar